Van Gogh

Tiyatro Dünyası:
Hakan Gerçek Söyleşisi

Can Törtop'un Hakan Gerçek ile gerçekliştirdiği söyleşiyi dinlemek için tıklayınız...

22 Mayıs 2010 Cumartesi


Radikal:
Van Gogh’un duyduğu acı, öfke ve melankoli beni cezbetti

Hakan Gerçek, sadece portreler sahneleyeceği kendi tiyatrosunda işe Van Gogh’la başladı. Gerçek, 22 yıl önce Müşfik Kenter’e asistanlık yaparak öğrendiği bu oyunda, özellikle Van Gogh’un resim yapma tutkusundan etkilendiğini söylüyor...

18 Haziran 2010 Cuma



Van Gogh sahnede

 

Nisan 2009

27 yıldır sahne tozu yutan Hakan Gerçek, kendi tiyatrosu Tiyatro Gerçek'in ilk oyunu 'Van Gogh' ile Kenter'lere farklı bir dönüş yapıyor...

27 yıldır tiyatro sahnesinin tam anlamıyla tozunu yutan Hakan Gerçek, kısa bir süre önce tiyatro kurma hayalini gerçekleştirdi. Tiyatro Gerçek'in ilk oyunu ‘Van Gogh' İzmit Süleyman Demirel Kültür Merkezi'nde prömiyerini yaptıktan sonra geçtiğimiz ay bir temsille Kenter Tiyatrosu'ndaydı. Tek kişilik oyunda Hakan Gerçek, Gogh'un yaşamının başlangıcından intiharına kadar olan süreci tüm acıları, aşkları ve sevinçleriyle çerçeveleyerek anlatıyor. Oyun sırasında sahneye Van Gogh'un yaklaşık kırk resmi yansıtılarak belki de onu hiç tanımayan izleyici için de yeni bir zenginlik yaratabileceği düşünülmüş. 24 yıldır Kenter Tiyatrosu'nda oyuncu olan ve çeşitli dizi projelerinden de tanıdığımız Hakan Gerçek'in ilk tek kişilik oyununda Van Gogh'u seçmesinin en önemli nedeni ise, uzun zamandır sanatçıya duyduğu ilgiden ve hayranlıktan kaynaklanıyor. Oyunda Van Gogh'un sanat hayatı boyunca hissettiği acıları, yaşadığı aşkları ve aslında ne kadar içine kapanık olsa da fırtınalı bir hayatı olduğunu izliyoruz. Müşfik Kenter'in 20 yıl önce oynadığı Van Gogh oyununda asistanlık yapan Hakan Gerçek, şimdi kendi tiyatrosunun oyuncusu olarak seyirciyle buluşuyor. Bu durum kendisi için heyecan verici bir deneyim olsa gerek. Tiyatro Gerçek'te sadece biyografik oyunlar oynayacağını söyleyen Gerçek; kişi, mekân ya da durum özelinden yola çıkarak oyunlarını tek kişilik sahneleyecek ve bu anlamda da tiyatro camiasında bir ilki gerçekleştirmiş olacak. W. Gordon Smith'in yazdığı, Ülkü Tamer'in Türkçe'ye çevirdiği Van Gogh'un etkileyici müziklerini ise Bora Eyüboğlu ve Oya Küçümen hazırladı. (Nihan Bora)

6 Eylül 2010 Pazartesi



Kulağı Kesik Van Gogh!

 30 Ocak 2010, Cumartesi

Van Gogh'a gelirsek; heyecanlı bir iştahla gittim Van Gogh adlı oyunu izlemeye... Benim için Van Gogh ve Kenter Tiyatrosu'nun uzun yıllardır çatısında oyunlar şahlandıran Hakan Gerçek'in bir arada olması kafiydi. 

"Patates Yiyenler", "Vazodaki Ayçiçekleri", "Sonsuzluğun Eşiğinde", "Kiraz Ağacı", "Teras Kafe", "Yıldızlı Gece", "Eski Değirmen" ve "Tutkular Çemberi" adlı resimleriyle dünyaya nam salan bir ressam o...

Hoş eserlerinin isimlerinden daha çok resimlerin kendisini gördüğünüzde "işte bu onun eseri" diyebilirsiniz. Ya da kulağını bir hamlede kesmesiyle belleklerde acı bir yer edinen ressam o.

Sizin onun resimlerinde ne gördüğünüzü bilmiyorum ama benim tuvallerine baktığımda gördüğüm sarılar, maviler ve yeşiller; içinde biraz melankoli, biraz yalnızlık ve biraz öfke barındırıyor...

Akıllı-deli ressamı Van Gogh...

Ve "mutsuzluğum sonsuza kadar sürer" diyerek ömrünü hüzünlü bir sonla tamamlayan, lalelerin diyarı Hollanda'da 19. yüzyılın akıllı-deli ressamı Vincent Willem Van Gogh...

Van Gogh, eserlerinin tümünü (900 resim ile 1100 çizim) akıl hastalığına yakalanıp, kendini öldürmeden önceki on yıllık süreçte üretmiş. Ama ne yazık ki yaşamı süresince hiçbir yapıtını satamamış. (Sadece sağlığında satabildiği tek resim olan 'The Red Vineyard (1888)' isimli tablo, şimdi Moskova'daki Puşkin Müzesi'nde sergileniyor.)

Geniş halk kitlelerince tanınması, diğer birçok sanatkâr gibi ölümünden 11 yıl sonra resimlerinden 71'inin Paris'te sergilenmesiyle başlamış.

Ekspresyonizmfauvizm ve erken soyut resim üzerindeki etkisi büyük olan ressamın eserlerinin çoğunun sergilendiği Van Gogh Müzesi'ne (Amsterdam), bir gün yolunuz düşerse muhakkak uğrayın, zira sarı düşlerin ve melankolinin sanat tapınağına dönüşmüş hali, sizlere bambaşka bir evrenin kapısını aralayacak.

Gelelim bu satırları işgalime... Oyundan önce üzerinde biraz es vermek adına; geçtiğimiz hafta tiyatro rotamın arasına birkaç sinema filmi de sıkıştırdım...

İşte kalemden kağıda dökülenler; Bazılarının yere göğe sığdıramadığı, bazılarının "klişelerle dolu" diye eleştirdiği Pandora'nın kutusundan çıkan Na'vi'lerin diyarı "Avatar"; zombilerin mesken tuttuğu 'bizim çocukların filmi' diye sevindirik olduğum (Talip Ertürk ve Murat Emir Eren'in ilk filmi) "Ada: Zombilerin Düğünü"; çocukluğumuzun Western'inde şimdi Türkiyeliler'in kahraman olduğu Cem Yılmaz'lı "Yahşi Batı"; Fatih Akın'ın yönetmen koltuğunda oturduğu, aşka ruh katılınca ortaya çıkan karamel tat "Soul Kitchen" ve son olarak da Pedro Almodovar'ın aşk ve fedakarlık üstüne çok da bilindik duygularıyla bünyeye hücum eden "Kırık Kucaklaşmalar"...

Melankolinin diğer adı Van Gogh

Filmlerin yorumları ustalara kalmış. Naçizane bir izlek olarak görmeli-paylaşmalı bağlamında memleketim coğrafyasında nelerle uğraştırıldığımız fikrime düşünce; gülmek ve ağlamak ayarında ince bir tavşan zıpırlığı da yanı başıma düşmüyor değil amma.. Neticede aynı gökyüzü altında birbirimizi şereflendirdiğimiz bu yüzyılda; hayata biraz daha renk verip, hikâyelerimizi zenginleştirmek lazım diyenlerdenseniz, o halde yaşadıklarımız ve göreceklerimiz hepimize mübah diyorum. Ama bu serüven boyunca da molaları bertaraf etmemek şartıyla!..

Şimdi başta da koyu çerçeveye aldığım Van Gogh'a gelirsek; heyecanlı bir iştahla gittim Van Gogh adlı oyunu izlemeye... Benim için Van Gogh ve Kenter Tiyatrosu'nun uzun yıllardır çatısında oyunlar şahlandıran Hakan Gerçek'in bir arada olması kafiydi.

Daha önce de yazılarımda altını çizdiğim gibi; tek kişilik oyunları kotaracak çok da oyuncu yok sanırım memleketim coğrafyasında... O yüzden bu oyun bir kez daha önem teşkil ediyor.

Beyoğlu'nda konuşlanan Kumbaracı Yokuşu 50 numarada, (ki Kumbaracı Yokuşu 50 mekânında şahane oyunlar sahnede, bunları seyir ettikten sonra paylaşacağım sizlerle) bir evin salonundan bozma sahnede, usta oyuncu Hakan Gerçek, Van Gogh oluyordu ve kelimenin iltifata düştüğü noktada döktürüyordu.

27 yıldır tiyatro tozu yutan ve oyunculuğuyla her daim hafızaları zorlayan bir performans sunan Hakan Gerçek, şimdi de kendi kurduğu Tiyatro Gerçek sahnesinde; 1800'lerin ortasında resim aşkıyla yanıp tutuşan Hollandalı Vincent Willem Van Gogh ile karşımızda.Aynı yalnızlık ve aynı öfkeyle...

Van Gogh'un kardeşi Teo'ya yazdığı mektupları derleyerek İskoçyalı W. Gordon Smih'in yazdığı, Ülkü Tamer'in dilimize kazandırdığı Hakan Gerçek'in tek kişilik oyunu "Van Gogh", ressamın hayatına daha da yakından tanıklık etmek isteyenlere kaçırılmayacak bir vaha sunuyor. Arka fondaki müzikler ise çok tanıdık tınılarıyla; Oya Küçümen ve Bora Ebeoğlu'na ait.

Müşfik Kenter'den sonra...

Rahip bir babanın oğlu olan Hollandalı Van Gogh'un 'aradığımı bulurum belki' diyerek baba mesleğini yapmaya gittiği Belçika'nın fakir madenci kasabası Borinage'de buluyoruz önce kendimizi.

Başkalarının yoksulluğuna şahit olduğu her gün, öğretilen tanrıya inancı zayıflayan ve çetrefilli bir yol süresince kendini tanrısına ulaşmaya adayan Van Gogh'u görüyoruz.

Kiliseyle de ailesiyle de arasının açılmasına ve tam o sırada renkleri keşfediyor olmasına tanık oluyoruz; keşfettikçe kendi yüzünü de çizmesine. "Her şey değişiyor. Ben de. Ama ya gözlerim, gözlerimdeki melankoli..." sözleriyle belleğimize duhul olan Van Gogh, kendi söylemiyle Vincent, Hakan Gerçek'in yorumuyla daha bir bizden oluyor ve dokunuyor en ince ayarlarımıza.

Hakan Gerçek, kendisiyle sürekli hesaplaşan, bir türlü emin olamayan, bir başkasının eline bakmaktan dolayı sürekli ezik ve duygusal olan, ama gittiği, inandığı yoldan vazgeçmeyen, çevresindekiler tarafından anlaşılamamış bir Van Gogh'u biz izleklere; kusursuz bir yorumla anlatıyor. Gerçek'in sahnedeki enerjisi ise görülmeye değer.

21 yıl önce hocası Müşfik Kenter bu oyunu sahnelediğinde Hakan Gerçek de onun asistanıymış. Hayata bakın ki şimdi de bizler Gerçek'in kadrajından izliyoruz Van Gogh'u.

Hakan Gerçek oyunu sahneye taşıma sebebini; "Van Gogh'un sevdiği zaman bile duyduğu acı ve melankoli cezbetti beni. Acısı, hüznü, öfkesi... Van Gogh'un çektiği acılar bugünle kıyaslanamayacak kadar değişik ve yoğun, fakat çalışmak uğruna hastalanacak bir insan olarak görüyorum onu.

Kendi mesleğini geliştirmek, sanatını yapmak, bir şeyleri değiştirmeye çalışmak benim o tekstten çıkardığım şeyler" diyerek açıklıyor.

Gerçek, "4 ay boyunca sürekli 70 sayfalık tekstle yalnız başımaydım" diyor ve bunun sonucunda ortaya çıkansa tadı damaklarda kalan bir biyografi-oyun oluyor.. Tiyatro Gerçek bundan sonra da yoluna portrelerle devam edecekmiş, sırada belki de "Ben bütün hüzünleri denemişim kendimde..." diyen Cemal Süreya olabilirmiş, ne kadar güzel olur değil mi? İnce bir heyecanla bekliyorum bu çalışmayı da...

Tiyatro Gerçek sahnesinde, şiir dinletileri ve atölye çalışmaları da yapılıyor. Kendinize bir güzellik yapın ve bir gece için Tiyatro Gerçek güzergâhını ajandanıza not etmeyi unutmayın!... (Betül Memiş)

6 Eylül 2010 Pazartesi



Yeni Şafak

 

İnsan, mekan ve durum portrelerini sahneye taşımak amacıyla Hakan Gerçek tarafından kurulan Tiyatro Gerçek, ilk oyunu Van Gogh'u izleyicisiyle buluşturmayı sürdürüyor. W. Gordon Smith'in yazdığı oyunun çevirmenliğini Ülkü Tamer üstlenmiş. Hakan Gerçek'in yönettiği ve ünlü ressamı canlandırdığı bu tek kişilik oyunda izleyici, Vincent Willem Van Gogh'un korkularına, iç çatışmalarına, çaresizliğine ve belki de hepsinden daha fazla acılarına ve mücadelesine tanık oluyor. Madencilere vaaz verecek kadar koyu bir Protestanken de, kiliseyle ilişkilerini kestiğinde de, aşık olduğunda da, resim yaparken de, düşünürken veya düşlerken de sanatçı galiba en çok acıyı ve resme duyduğu o önüne geçilmez tutkuyu duyumsuyor.

VÜCUT ELBETTE ALIR İNTİKAMINI

Hakan Gerçek, Van Gogh olup sanatçının yaşadıklarını bizlere aktarırken dekorda resim sehpası, fırçalar, eskizler ve bavullar yer alıyor. Oyun boyunca tam olarak arzuladığı şey olamayan bir Van Gogh var karşımızda. İyi bir evlat değil örneğin. Babası için köyün delisi, eskizleri ise annesine göre gerizekalı bir çocuğun çizimlerinden farksız. Aşkına karşılık aldığı 'hayır hayır asla' cevabı umduğundan çok uzak. Yaptığı 800'den fazla resminden sadece birinin satıldığını görebiliyor. Karnı bile tam olarak doymuyor. Tüm parasını boyalara harcadığı için sağlığı bozulan ünlü ressam, dişleri döküldüğünde bunu da anlayışla karşılıyor. Vücut diyor elbette alacaktı intikamını.

PORTRE BİR YAŞAMIN MANZARASIDIR

Bir buçuk saat boyunca Gerçek bu dehanın başarılı bir portresini -ki porte bir yaşamın manzarasıdır Van Gogh için- çıkarırken sinevizyonda sanatçının resimleri gösteriliyor. Ayçiçekleri, Teras Kafe, Arles Köprüsü ve diğerleri. Patates Yiyenler en çok üstünde durulan resimlerden biri. Oyuncu, Van Gogh olup anlattıkça nasıl yaptığını, resimdeki her ayrıntı anlam kazanıyor. Patatesleri yetiştiren usta eller yine patateslerin ışığıyla parıldadığında Van Gogh "O emek görülsün istedim" diyor ve biz görüyoruz.

Neden İkarus olmayayım

Oyunun sonlarına doğru Van Gogh'un ilerleyen hastalığı nedeniyle akıl hastanesine gidişini seyrederken Gerçek'in de oyunculuğu büyüyor. Sayıklamalar, titremeler eşliğinde sanatçının ruhunda duyduğu acıyı oldukça iyi bir biçimde anlamamızı sağlayan oyuncuya Aria'nın hazırladığı, izleyiciyi geren ama aynı zamanda o hüzünlü dünyayı daha yakından tanımamıza sağlayan müzikler ve bir de Oya Küçümen'in vokali eşlik ediyor. Finalde ise sanatçının ölmeden birkaç gün önce yaptığı Buğday Tarlası ve Kargalar'ı görüyoruz. Ressamın sıklıkla tuvale aktardığı buğday tarlalarının üstünde bu kez kara kuşlar uçuyor. Gerçek, kendi eliyle o tarlalarda yaşamına son veren Van Gogh'u sonsuzluğa "Neden İkarus olmayayım" sözleriyle uğurluyor. Hani şu Yunan mitoloji kahramanı; Balmumundan kanatlarla uçmaya kalkışan ancak güneşe yaklaştıkça balmumu eridiği için denize düşüp hayatını kaybeden İkarus. Van Gogh da her kahraman gibi kötü sonu görse de inandıkları uğruna savaşmaktan geri durmuyor, sahip olmak istedikleri için pek çok şeyden vazgeçiyor ve "Neden İkarus olmayayım" diyor. "Denize düşerim belki ama biraz da olsa ayaklarım yerden kesilir."   (GÜLDEN TÜMER)

6 Eylül 2010 Pazartesi



Van Gogh`un "gerçek" portresi

Portre, hayatın manzarasıysa...

Doğduğumuz andan itibaren yaşadıklarımız, kendi önümüzde uzanır. Kendimizle ilgili olayları yaşarken, olanları çoğu zaman objektif olarak göremeyişimiz hatta bazen de hayatımızın bazı dönemlerinde ne olduğumuzu, ne yaptığımızı, nereye gittiğimizi, hangi yöne sürüklendiğimizi algılayamayışımız bundandır.

 Ama hayatımıza, yaşadıklarımıza dışardan bakıldığında...

 Bizi tanıyan ya da tanımayan başka biri hayatımıza baktığında...

 Farklı bir gözle...

 Kimi zaman mutluluklarımıza, hüzünlerimize, yaşadıklarımıza tanık olarak, kimi zaman da zor anlarımızda yanımızda olarak bakıp görürler.

 Dışardan bizi görenlerin, yaşadıklarımıza tanık olanların bakışının farklı olması, bizden başka ve daha rahat değerlendirmelerde bulunabilmelerinin nedeni de budur işte.

 Oysa biz, içimizdeki özle...

 Acı tatlı yaşadıklarımızın; kalbimizin, ruhumuzun kaynağından çıkıp portremize yansıması... 

Yaşadığımız güzel şeyler gözlerimize ve yüzümüze gülümseme olarak yansırken, acılarımız, pişmanlıklarımız, öfkelerimiz yılların adı altında çizgiler olarak yerini alır bu kez portremizde.

Hüzün hayatımızın manzarasında; kimi zaman ağır, gri bir battaniye gibi sararken bizi, kimi zaman da damlalarını gözyaşlarımızdan alarak, yağmak üzere bekleyen gri bir bulut olur.

Mutluluk da bu manzarada güneş olarak yerini alır, bazen de nergisle papatya sarısındaki neşe ve enerji olarak...

Umudun dallardaki yapraklar ve çimler, acının kırmızı güllerin dikenleri, huzurun da masmavi bir gökyüzü olarak yer aldığı bir manzarayla hayatımızın manzarasını bağdaştırmak...

Bir hayata, bir portreye dışardan bakmak...

Mesela Van Gogh'un portresine...

Bu düşünceler geçti aklımdan, koltuğuma kurulup, sahnede perdenin açılmasını beklerken.

Yöneten ve sahneleyen tiyatrocu Hakan Gerçek'in oyunculuğuyla Van Gogh'un ‘gerçek' portesiyle karşı karşıya geldik.

Van Gogh'un acısı, hüznü, öfkesi...

Sevdiği zaman bile duyduğu acı, melankoli...

W. Gordon Smith'in yazdığı, Ülkü Tamer'in yalın çevirisiyle Van Gogh'un; madenlerdeki yaşamından intiharına kadar olan kırk yıllık sürecini sahneleyen Hakan Gerçek'i izlerken, ünlü ressamın; aşkını, acısını, hüznünü, derinliğini, öfkesini, melankolik hallerini, ifade edebildiği alana, renklere ve çizgilere sığınmasını, içindeki çığlıkları yaratıcılığıyla duyurarak kendini resimlere adamasını içimde, iliklerimde hissettim adeta.

Oyun sırasında, barkovizyonda Van Gogh'un yaklaşık kırk resminin yansıtılması hem oyunu hem sahneyi hem de seyircileri zenginleştiriyor.

Van Gogh'la ve hayatla ilgili birçok şey öğreniyorsunuz, Hakan Gerçek'in oyunculuğu ve aktardıkları sayesinde.

Mesela, insanın kendini anlatabilmesinin bir yolu olduğunu, devamlı öğrenmek istediğini, bu konuda hep açlık hissettiğini ve bunu da bastırabilmemin bir yolunun çalışmak olduğunu...

Sonsuz denizleri aşıp da vardığı kıta olarak adlandırdığı, bir anda değil ama derinden sevdiği aşkını...

İnsanlara kolay yaklaşamayışını, kolay dostluk kuramayışını...

Yaptığı resimlerde çekicilik ve satılabilirlikten uzak oluşunu ama mutlak gerçeği arayışını...

Bir resmi defalarca çizmesinin nedeni olarak; ayrıntıları göstermeyi, resimdeki çıkış noktasını, hareketin fışkırmasını temiz, kesin, net ve ince çizgilerle resmetmesine bağladığını...

Ve daha neler neler...

Sonunda da hayatının acı gerçeğini...

Bunları yani ünlü ressamın hayat hikayesini sade bir halde ve incelikle sahneleyen Hakan Gerçek'in başarılı oyunculuğuyla daha da pekiştiriyoruz bilgi dağarcığımızda. Teşekkürümüzü de bize ‘gerçek' portreyi sunan Hakan Gerçek'i ayakta alkışlayarak...

En çok kendi portresini çizen ressam olarak bilinen Van Gogh, yaptığı portrelerinde şunun cevabını arıyordu belki de: ‘Bir yüzden sevgi çıkartılabilir mi ya da bir yüze sevgi eklenebilir mi?'

Siz ne dersiniz, ne yaşarsak yaşalım ve hayat ne kadar acımasız olursa olsun; yüze sevgi eklenebilir mi, ya da çıkarılabilir mi bir yüzden sevgi zerrecikleri?

Portre, hayatın manzarasıysa eğer, kalbimizdekiler ve yaşadığımız duygular ne peki?

6 Eylül 2010 Pazartesi