Annem Yokken Çok Güleriz

http://www.tiyatrodunyasi.com/
Tiyatro Gerçek`in Yeni Oyunu: Annem Yokken Çok Güleriz

Tam 2 yıl önce perdesini ilk kez Van Gogh adlı tek kişilik oyunla açan Tiyatro Gerçek, yeni oyunu Annem Yokken Çok Güleriz'le karşımızda. Enda Walsh'un yazıp Mehmet Ergen'in çevirdiği, Mehmet Birkiye rejisiyle, Hakan Gerçek, Bülent Şakrak, İlker Ayrık ve Makbule Akbaş'ın oynadığı oyun Caddebostan Kültür Merkezi'nde ilk gösterimini gerçekleştirdi. Ne mutlu ki, ben de bu güzel geceye tanıklık edenlerdenim.

Hakan Abi'ye klasik ilk oyun hediyemi alıp tiyatronun yolunu tuttum. Oyun hakkında bir fikrim olmamasına rağmen, bu oyuncuların oynadığı bir oyunu izleyecek olmanın keyfini yaşayarak girdim kapıdan içeri. Gişeden biletimi alıp tiyatro katına çıktım. Kulise doğru gidip ekibe iyi oyunlar diledim. Yeni bir oyunun ilk kez seyirci karşısına çıkması durumu onlar gibi beni de çok heyecanlandırıyordu. Yeliz Gerçek'i unutmamak lazım, çünkü ekipten daha heyecanlıydı ve ortaya nasıl bir iş çıktığını merak ediyordu. Salondaki yerimi aldım, ışıklar kapandı, oyun başladı ve 2 saatten fazla bir zaman, bu müthiş oyuncuların, belki de sezonun en iyi işlerinden biri olan oyununu hayranlıkla izledim. Bu tür metinleri oynamaktaki ustalıklarını zaten bildiğim Hakan Gerçek ve Bülent Şakrak'a hayranlığım bir kat daha arttı. En son Uçurtma'nın Kuyruğu adlı oyunda izlediğim İlker Ayrık, övgülerin en güzellerini hak eden oyunculuğuyla beni büyüledi. İlk kez izleme fırsatı bulduğum Makbule Akbaş ise böyle bir ekiple sahneye çıkmanın verdiği heyecanla oyunun havasını değiştiren ve geliştiren enerjisini tüm seyirciye hissettirdi. Mehmet Birkiye'yi, böylesi zor -ama gerçekten zor, methiye düzmüyorum- bir metni, tadından yenmez hale getirdiği için ayrıca tebrik etmek istiyorum.

Bu bir eleştiri yazısı değil ve oyunla ilgili söylenebilecek binlerce güzel şey var. En iyisi gidin ve izleyin. Sonra konuşuruz...

Not: 11 Ocak 2011 Salı günü Kozzy Alışveriş Merkezi Gazanfer Özcan Sahnesinde ikinci gösterim var. Kaçırmayın derim. Ayrıntılı bilgi için www.tiyatrogercek.com adresini ziyaret edebilirsiniz.

Arda Aydın

17 Ocak 2011 Pazartesi


http://www.haberturk.com
Bu oyundan herkes sarhoş çıkacak!

'tiyatrogerçek'in tam tadında yeni seyirliği: 'Annem Yokken Çok Güleriz'

12 Ocak 2011 Çarşamba, 10:55:04 / Betül Memiş

Geçtiğimiz hafta tiyatrogerçek'in tam tadında yeni seyirliği "Annem Yokken Çok Güleriz" adlı oyunun provalarındaydım. Üstatları bulmuşken eğlenceli oyunun üstüne bir de söyleşi yaptım...

BETÜL MEMİŞ / memisbetul@gmail.com

'Annem Yokken Çok Güleriz' = 1 baba + 2 oğul + 3 kadın + 2 erkek daha + 2 tabut+1 tezgâhtar+ 1 tavuk ve kokusu =  %3 gerçek + %4 sevgi + %47 yalan + %46 şiddet... Panik yok! Henüz devrelerimi yakmadım... Yaklaşın! Yukarıda verilen denklemin daha da yakından tanığı olmaya ne dersiniz? Sıkılmayacaksınız aksine çok eğleneceksiniz, söz...

Şimdi bilmediğim bir güzergâh üzerinde İstanbul'un bilmem kaç küfürlü denkleminin ortası ‘trafikte' yol almaya çabalıyorken, kulağımda da Led Zeppelin, Julian Plenti ve Beriut melodileri... (Taksicinin kestirme niyetine uzattığı yollar da cabası.) Bu rotadan yol almaya çalışınca daha da zorluğunu anlıyorum, tiyatro aşkının üstat dediğimiz tiyatroculara neler yaptırdığını. Ama içimdeki hissiyat tam tadında; çünkü Kağıthane'de bir depoda, bir oyunun doğuş sancısına-heyecanına ortak olmaya gidiyorum.

Yukarıdaki denklemi çözümlemeye ve daha da yakından şahit olmaya niyetlendiğim oyunsa; Kenter Tiyatrosu'ndan tanıdığımız tiyatronun "en" adamlarından, şahsına münhasır usta Hakan Gerçek'in kurduğu tiyatrogerçek'in (tek kişilik izlenceliği, Hollandalı ressamın hayatının anlatıldığı) 'Van Gogh'tan sonra ikinci oyunu 'Annem Yokken Çok Güleriz' (The Walworth Farce).

Provada ilk sahne bitiyor, beynime küşayiş gelmeye başlıyor hafiften-algıda seçicilikte tavan durumları... Hikâyesi itibariyle zor bir oyun bu ama kafada bıraktığı etki ortalığa şenlik getiren türden. Ara veriliyor. Fırsat bilip, akıyorum yavaştan oyuncuların yamacına. Sahnede adeta devleşen-döktüren, şahane bir ekip karşımdaki; (oyunun yönetmeni) Mehmet Birkiye, Hakan Gerçek, Bülent Şakrak, İlker Ayrık ve konservatuvardan yeni mezun Makbule Akbaş. Bu buz dağının görünen yüzü, arkada ise kalabalık, heyecanlı, genç bir ekip var. Oyunu dilimize çeviren; her eserde olduğu gibi farkındalığını ortaya çıkaran Mehmet Ergen. Işık ve dekor tasarımı Cem Yılmazer'in, koreografisinde ise Cihan Yöntem'in imzası bulunuyor.

‘Prova' diyorlar ama söyleyebileceğim bu provaysa ‘seyircisine görücüye çıktığında' kim bilir nasıl coşacaklar. İstanbul'da ocak ayı ve yağmur, yük asansörü ile çıkılan bir binanın en üst katında ısıtıcılarla ısınmaya çalışılsa da soğuk tam poyrazdan vuruyor bünyeye... Ama öyle bir enerjileri var ki zor şartlarda tam gaz devam ediyorlar. Bunca emek-aşk karşısında, bünyeye de mütemadiyen saygılar kategorisinden ayakta alkışlamak düşüyor. Ekip soluklanınca, çorbada benim de tuzum olsun hissiyatıyla başlıyoruz inceden bir söyleşiye...

DAHA İYİ İNSAN OLMAK İÇİN DAHA FAZLA ŞİDDET

■ "Annem Yokken Çok Güleriz = 1 baba + 2 oğul + 3 kadın +..." diye devam eden şu denklemden başlayalım. Oyunu izledikten sonra bu denklemi-mesajı çözebilecek miyiz?
Hakan Gerçek: Mehmet Hoca (Birkiye)'ya sormak lazım aslında. Oyunu bana getiren kendisidir. (Hakan Hoca gülüyor ama ben bir kez daha anlıyorum ki tiyatroyu hatmedenlerde üstatlarına karşı böyle bir saygı mefhumu var.) Edinburg Fringe Festivali'nde ödül alan ve dünyanın birçok yerinde ilgiyle izlenen İrlandalı yazar Enda Walsh'ın yazdığı bir eser. Denkleme gelirsek de; izleyiciler oyunu izledikten sonra kendi perspektifinden çözebilecek diyelim.

Mehmet Birkiye: Oyunda, memleketi İrlanda'yı yüzleşmesi pek kolay olmayan bir geçmişi geride bırakmak adına terk edip, Londra'ya sığınan ve bu geçmişi uzak tutmak için yeni bir geçmiş üreten bir baba ve iki oğlunun hikâyesine tanık oluyoruz. Trajikomik değil; iki farklı üslubu Fars ve trajediyi aynı metin içinde iç içe geçirerek ama karıştırmadan anlatıyor. Bu oyunda Mehmet Ergen'in çevirisi çok önemli bunun altını çizmekte fayda var. Gelelim denkleme yahut mesaj verme durumuna; oyunların ya da edebi metinlerin böyle kaygıları olmaz. Düşünmeye iter sadece ve sonrasında da her seyirci kendine ait bir şey keşfeder. İşte tam da bizim yaptığımız bu. Türkiye'de ne yazık ki oyunları ders kitabı gibi algılıyoruz. "Ben bu oyunu izledikten sonra envanterimde hangi bilgiler olacak" gibi. Öyle değil ama.

■ Oyunun kadrajında bir aile var; Baba ve iki oğlundan oluşan. Ama bu ailenin deşifresiyle bir bakıma toplum ve bireylerin de alt metinlerini okuyor olacağız galiba?
M. Birkiye: İnsanın varoluş sorunu üzerine eğlenceli bir seyirlik bu... Bugün politikacılar ya da dinler, size bir anlatı-hikâye sunuyor, sizler de onlara inanıyor ve güveniyorsunuz. Mesela eski bir fotoğrafa baktığınızda, boşluk gibi hiçbir anlamı yoktur. Bakmaya devam ettiğinizde üstüne bir hikâye kurarsınız. İşte oyundaki kahramanımız olan baba da, iki çocuğuna bir hikâye anlatıyor. Yeni bir hayat kurabilmek, eskiyi yok saymak adına yeni bir geçmiş ve gelecek yaratmaya çalışıyor. Oyunda da karakteri biricik yapan hikâyesi zaten, herkes de olduğu gibi. Düşünün; ya hikâyemiz yoksa ya da hikâyemizi söylemeye cesaretimiz yoksa daha kötüsü hikâyemiz diğer bireylerin ki ile aynı ise, o zaman ne olur? İşte o zaman uydururuz. Kendimize, kendimiz için, kendimizi ve de herkesin bizi seveceği ve tabi ki; üstün, dürüst, tek kahramanın kendimiz olduğu, ilginç, özgün bir hikâye uydururuz. İşte başta sorduğunuz denklem de burada çözülmeye başlıyor sanırım. (Gülüyor.) 

■ Oyunun metninde "Daha iyi insan olmak için; daha fazla şiddet. Daha iyi bir aile için; daha daha da fazla şiddet" demişsiniz... Yaşadığımız bu sistemde, yazılı-görsel basında da gördüğümüz ‘şiddet normalleşiyor'a atıf olsa gerek!
M. Birkiye: Shakespeare'in "Hamlet"inden alınmış bir söz bu. Herkesin yaptığı şiddeti örtmek için daha fazla şiddet uyguladığı bir dünya düzeninde yaşıyoruz. Daha iyi insan olabilmek için daha fazla şiddet uyguluyoruz; copluyoruz, dayak atıyoruz ya da susturuyoruz. İyilik adına birbirimizin gözünü oyuyoruz adeta. Ama amacı unutuyoruz. Sonra da hangi iyilik içindi bu diyoruz. Ben de espri olsun istedim ve bu sözden yola çıktım; Daha iyi insan olmak için daha fazla şiddet. Aman Allah bizi iyilikten korusun yani. O noktaya sonunda taşınıyoruz. ‘İyi olmak' dedikçe bu şiddet giderek artıyor çünkü... Herkes birbirini daha fazla ‘iyi' ve ‘düzgün' yapmaya çalışıyor. Medyada görüyoruz işte; namusuma dokundu diye, adam dövüp, öldürüyorlar. Ne için; sözde daha iyisi olmak için. 

OYUNDAN HERKES SARHOŞ ÇIKACAK!

■ Gittikçe tahammülsüz bireyler haline geliyoruz; oyunda olduğu gibi, farklı ben'leri istemeyen, onlara yaşam hakkı tanımayan...
M. Birkiye: Evet, herkesi-her şeyi kendimize benzetme derdindeyiz. Bir model var ve ona göre olacak her şey, herkes. Mesela son yaşananlar; bir toplum düşünün ki gençlere hiç tolerans göstermesin. Nadir bulunur herhalde. Görüyoruz işte iki yumurta attılar, olanlar oldu. Oyunda da bu tahammülsüzlük şiddetle gün yüzüne çıkıyor.

 Bu oyunda, enerjisiyle ortalığı aydınlatan Bülent Şakrak, dingin oyunculuğuyla ruha iyi gelen İlker Ayrık ve üstat Hakan Gerçek'in buluşması nasıl oldu peki? Rollerden de bahsedelim biraz...
H. Gerçek: Mehmet Hoca'nın bir araya getirdiği bir ekip bu. Kenter Tiyatrosu'nda ‘39 Basamak'ta Bülent ile çalışmıştık. İyi bir uyum yakalamıştık, ‘devamı nasıl olur-yeni proje olsun' diyorduk ki bu iş oldu. İlker'le daha önce aynı sahneyi paylaşmamıştık ama sonuçta ortaya şahane bir enerji çıktı. Konservatuvardan yeni mezun, genç arkadaşımız ve oyunda en fazla şiddeti gören Makbule de oyuna ayrı bir güzellik getirdi. İki aydır provalarda birlikteyiz, iyi bir ekip olduk. İleride anlatabileceğimiz bir hikâye ortaya çıkardığımızı düşünüyoruz. Provalarda gördünüz sence de öyle değil mi?! (Bu arada Makbule de hocalarla aynı sahneyi paylaşmaktan çok mutlu ve şiddet gördüğünü itiraf ediyor.)

Bülent Şakrak: Oyunculuk antrenmanı oldu diyebilirim benim için. Bu anlamda kendime yeni bir anlatım yarattığımı düşünüyorum. İlker'in bir sözü var: Bu oyun ezber bozacak. Tiyatro seven herkesin beğenerek ve eğlenerek izleyeceği bir iş çıkardık. Herkes ‘gelip, izlesin ve eğlensin' diyorum. (Yerinde duramayan ve çok eğlenceli sohbeti olan Şakrak'a, sahneden sonra provalarda da şahit oluyorum ki; ne diyeyim -oyuna devam üstat-.)

İlker Ayrık: Bülent ve benim rollerim değişim isteyen rollerdi. Yorucu bir performans sergiliyoruz. Bülent'in rolü daha da yorucu; saniyelerle yarışarak rol değiştiriyor çünkü.  Hikâyesi ve konusuyla takibi zor bir oyun ama çok eğlenceli. Oyun içinde bir oyun sahneliyoruz aslında. İyi bir iş ortaya çıkarmaya çalıştık. Biz sonuçtan memnun kaldık, izleyiciler de öyle olacak eminiz. 

M. Birkiye: Biz ekip olarak; bu oyundan seyircilerin sarhoş olarak çıkacağını düşünüyoruz. Kısaca oyundan herkes sarhoş çıkacak! Düşünmek baş döndürür çünkü. Bu oyunda herkes kendinden bir şey keşfedecek.

 Son olarak tiyatrogerçek'in bundan sonraki rotasında neler var?
H. Gerçek: "Van Gogh"tan sonra yine portre üzerine bir proje olan "Cemal Süreya" var sırada. Mart ayı gibi sahnelemeyi planlıyoruz. Bu arada Mehmet Hoca'yla yeni bir oyun çalışması içindeyiz. "Bülbülün Sustuğu An" diye tek kişilik bir oyun. Filistin, İsrail meselesi üstüne, barış gücünden yana Hintli bir adamın perspektifinden bir hikâye bu da.  

BU ÜLKENİN RACONU BU...

■ Ustaları bulmuşken tiyatro üstüne bir-iki kelam etmeden olmaz deyip, bu zor şartların ne zaman daha verimli olabileceğini soruyorum... Ortaya tabii ki yine iç açıcı bir hal çıkmıyor ne yazık ki... 
H. Gerçek: Özel tiyatroların tahlisiz bir durumu var; bu da yer bulma sorunu. Senin de gördüğün gibi nasıl şartlarda çalışıyoruz. Ne yazık ki Avrupa Yakası'nda mekân bulamıyoruz. Bu kadar emeğe karşın böyle oyunların daha fazla sahnelenmesi gerekiyor. İstanbul gibi bir yerde, merkezde sahne bulmak zor. AKM faciası hâlâ sürüyor mesela. Bu sorunun çözümü sadece sistemde değil, biz tiyatrocuların da el atması gerekiyor artık. Kendi sorunlarına destek ol-a-mayan bir camia, tiyatro. 

M. Birkiye: Bugüne kadar kültür başkentlerinde 15-20 tane tiyatro binası yapılmış ya da yenilenmiştir. Biz bir tane bile yapmayı beceremedik. Bu kültür başkenti söyleminin ne işe yaradığını çok merak ediyorum. İkinci sınıf bir takım prodüksiyonların dışında bir iki tane oyun iyiydi, onun haricinde kalıcı ne oldu?! Mesela; Kenter Tiyatrosu için vakti zamanında, bir restorasyon projesi vermiştik, proje de yok oldu gitti. İnanılır gibi değil, uçtu yani. Kayıp ettiler projeyi. Yanlış anlaşılmasın, devlet biz tiyatroculara yardım etsin demiyorum, niyette anlaşılması lazım artık diyorum.

İlker Ayrık: Ben de kültür başkenti projesi gibi çalışmalarda, neden biz oyunculara-tiyatroculara sorulmuyor-danışılmıyor, anlamış değilim. Durumun içinde olan biri, bu projeyi daha iyi yönlendirebilir, fikir verebilir.

M. Birkiye: Bu sorunlar hükümetlerin değil sistemin getirdiği sonuç ne yazık ki. Bizler de uzlaşma yok, bu ülkede kimse uzlaşmak istemiyor ne tuhaf değil mi! Nasıl yaşıyoruz anlamak mümkün değil; ben bakkalı, bakkalın beni sabah öldürmesi lazım yani. Bu ülkenin raconu bu. İlk ekmek sırasında, ben onu, o beni vuracak. O haldeyiz. Bir de tiyatro çok sesliliği barındırır, muhalefete gerek duyar. Ama Türkiye'de bir büyüğümüz söylüyor, diğerleri de kabul ediyor. Ve biz hâlâ diyoruz ki; tek vücut, tek seslilik, beraberlik, millilik vesaire. Neyse bu teklilik anlamış değilim. Mesele uyum içinde kalabiliyor muyuz, yoksa kalamıyor muyuz? Bu ülkede kısaca tiyatro yapmak kolay iş değil, ancak bir şeyin borazancısı olacaksın o zaman bir tiyatro olabilir yani. 

H. Gerçek: Olay sadece parada bitmiyor... Bizi idare edenler sanatı sevmiyorlar bence. Onlar popüler tarafını seviyor sanatın; popüler sanatçılarla fotoğraf çektirmeyi, kokteyllerde karşılaşmayı seviyorlar. Hep geriye gittiğimizi düşünüyorum. Ama benim bu aralar en çok ağrıma giden ve kafamdan bir türlü atamadığım; galeri baskınında orada mahalledeki esnafın bir cümlesi oldu. Bizim Türkiye'deki hayatımız üzerine ne anlaşıldığını ve ne anlaşılmadığını çok net özetliyor; "Gitsinler sanatlarını başka yerlerde yapsınlar, burada aileler var." Bu cümle her şeyi açıklıyor sanırım.

Ben de bu cümlenin üstüne bir hikâye daha düşmek istemiyorum ama söyleşi sonunda, dönüş yolunda Mehmet Hoca ile karar veriyoruz ki; (yani en azından ‘toplayınca ortaya çıkan fotoğraf bu'  diyelim) bu memleketin fanilerinin birçoğu ‘Stockholm Sendromu' içinde yaşıyor. Sizce de öyle değil mi?! (Geçtiğimiz hafta seyircisine merhaba diyen oyunun programı için: 212 252 89 91 www.tiyatrogercek.com)

17 Ocak 2011 Pazartesi


http://www.tiyatronline.com/yelestri1117.htm
tiyatronline-Daha iyi bir insan olmak için; daha fazla şiddet!

 Daha iyi bir insan olmak için; daha fazla şiddet!
 
    İrlanda Dublin doğumlu yazar Enda Walsh' ın yazdığı "Annem Yokken Çok Mutluyuz - The Walworth Farce" Tiyatro Gerçek tarafından tiyatro severlerin beğenisine sunuluyor. Mehmet Birkiye'nin yönettiği oyunda aile içi şiddet korkusu üzerinden bir babanın iki erkek çocuğuyla yaşadıkları anlatılıyor.
 
    Oyun kara komedi yapısıyla öteki dünyanın görünmeyen kahramanlarını sunuyor seyirciye. Dinny (Hakan Gerçek) sert, otoriter ve psikolojik sorunları olan bir babadır. Sean (İlker Ayrık) ve Blake (Bülent Şakrak) babaları ile Londra'da bir apartmanın 14. katında tüm dünyadan ve hayattan soyutlanmış yaşam sürdürmektedirler. Dinny'nin tiyatro oyununu oynayan evdekiler; sahneye çıkardıkları karakterlerle aile içi yüzleşmeye tanıklık ederler. Para hırsı yüzünden öz kardeşini acımasızca öldüren baba, umarsız anne, tüm bu yaşanılanları unutmak isteyen çocuklar ve eve davetsiz gelen kasiyer kız oyunun ana hatlarını oluşturur. çocuklar, babanın karanlık ve gizemli geçmişi ile yüzleştiklerinde geri dönülmez olaylar yaşayacaklardır. Son dönemde tiyatromuzda psikolojik ağırlıklı metinler var olmaya başladı. Tiyatromuzun unuttuğu birtakım yargılar, yabancı yazarların metinleriyle sahnelerimizde boy gösteriyor. Enda Walsh'ın yazdığı metni incelersek söylediklerimiz daha net anlaşılır. Trajediye komedi yükleyebilecek kadar kalemi muhteşem olan yazarın anlattığı öykü dikkat çekici! Baba ve iki çocuk arasında şekillenen ilgi, sevgi, öfke ve şiddet oyun içinde oyun mantığı ile şekillendirilmiş. Her çatışmanın bir komedi ile kesilmesi; her öfkenin bir sevgi sözcüğü ve dokunuşu ile engellenmesi oyunun gücünü bizlere anlatıyor!
 
    Baba rolünde Hakan Gerçek sert duruşu, acımasız tavrı ile harikalar yaratıyor. Çocukları üzerinde ölümcül baskılar kuran babanın tüm ruh halini sahnede görebiliyoruz. Megaloman yapısıyla, salt kendi doğruları üzerinden çocuklarını eleştiren, geçmişi ile yüzleşmekten kaçan karakterini ince ince işlemiş. Sezon içindeki en iyi psikolojik çözümleme Hakan Gerçek'in oyunculuğunda beliriyor. İlker Ayrık ve Bülent Şakrak rolden role giren karakterlerde, çocukların baba ile yüzleştikleri psikolojik gerilimlerde, kara komedide mükemmel performans ortaya koyuyorlar. Özellikle Bülent Şakrak oyuna komedi duyguları yüklerken, İlker Ayrık duygusal farklılıklar katmış. Makbule Akbaş, kasiyer kızın kısa ve öz bölümlerinde çok iyi. Merak dürtüsünü oluşturuyor.
 
    Mehmet Birkiye'nin başarılı yorumu, sahne ve kostüm tasarımın yerinde tercihleri oyunun önünü açan diğer önemli ayrıntılar...
 
    Oyun, sezonun en iddialı yapımlarından birisi. Kesinlikle izleyin...

http://www.tiyatronline.com/yelestri1117.htm
19 Mart 11- Yaşam Kaya

21 Mart 2011 Pazartesi


http://www.evrensel.net/news.php?id=3947
Baba ve iki oğlunun kara komedisi: “Annem Yokken Çok Güleriz” - Üstün Akmen

 Baba ve iki oğlunun kara komedisi: "Annem Yokken Çok Güleriz"

GÖZLEMEVİ
Üstün Akmen
akmen@evrensel.net

Edinburgh Fringe Festivali'nde ödül alan, dünyanın birçok yerinde sahnelenen İrlandalı Genç Yazar Enda Walsh'ın (1976) "Annem Yokken Çok Güleriz (The Walworth Farce)" Tiyatro Gerçek tarafından Mehmet Birkiye'nin yönetiminde sahnelenmekte. "Annem Yokken Çok Güleriz", günümüzde toplumların iyi saydığı her kavramı ve kurumu ayakta tutmak için sıkça başvurulan, ama başvurulduğu asla açık yüreklilikle ortaya konulamayan/konulmayan şiddetin öyküsünü değişik bir biçem ve biçim içinde anlatmakta. Daha doğrusu yaşamın bir köşeye iğnelediği, öyküsünü yitiren dar gelirli bireylerin aile, baba-oğul ilişkileri ekseninde yeniden kendi öykülerini kurmaya çabalamalarının ilginç bir örneğini oluşturmakta.
En güvendiğimiz, en güvenilir korunak evimizdir, öyle biliriz değil mi? Walsh, dış dünyaya kapanmış bu güvenli evin de en az dışarısı kadar riskler taşıdığını, sulu komedinin (farsın) çok ötesine geçerek ilginç bir biçimde yazmış. Oyundaki bilinmezlik alanı kişiliklerin güdülerini ve geçmişlerini içeriyor. Walsh, aynen Harold Pinter gibi, tiyatroda daha yüksek düzeyde bir gerçeklik arıyor, ararken "iyi kurulu bir oyun"a da karşı çıkıyor. Onun için Dinny, Blake, Mayreen, Vera, Eileen, Jack, Küçük Blake, Paddy, Peter, Sean, Küçük Sean ve Hayley karakterlerinin geçmişi ve güdüleri konusunda çok fazla bilgi sağlamıyor. Bunlar, hiç kuşkusuz gerçek yaşamda sürekli yakın geçmişlerini, aile ilişkilerini ya da psikolojik güdülerini tümüyle gözden ırak tuttuğumuz insanlar. Nedenini bilmeksizin, bir sokak kavgasını durup izleriz, öyle değil mi ama? Oysa Walsh'ın dramasında, karakterlerin aşırı betimlenmiş güdülerine karşı çıkışlarında gerçeklik isteğinden çok daha fazlası var.  
Yazar, ülkesi İrlanda'yı yüzleşmesi pek kolay olmayan bir geçmişi geride bırakmak adına terk edip, Londra'ya sığınan ve bu geçmişi uzak tutmak için yeni bir geçmiş üreten bir baba ve iki oğlunu anlatan bu hareketli kara komedide, daha iyi bir insan olmak için, daha iyi bir aile için şiddet gereksinimini savlıyor. Pinter tiyatrosunda var olan "İnsan durumunun dehşeti, yüzeye çıkana kadar her şey gülünçtür" görüşü öne çıkarılıyor.  
Mehmet Ergen eseri dilimize, yazarın karmaşık ve psikolojik makyajları çelişkili ve doğrulanamaz olan insanların eylemlerinin ardındaki gerçek güdüyü bilme sorunsalını çözerek başarıyla kazandırmış. Oyunun kurmacayla, rolün oyunla karıştığı bu çarpıcı yapıtı Mehmet Birkiye yazarın biçim ve içerikle ilgili tutumuna halel getirmeden matematiğini iyi çözerek ve de çözümleyerek sahneye koymuş. Cem Yılmazer'in ışık ve dekor tasarımları, Aslı Ersüzer'in kostüm ve aksesuarları iyi. Yalın mı yalın biçimde bireyin acınası güvenlik arayışına; gizli korku ve endişelere; dünyamızın sıklıkla sahte saflık ve yobaz kötülük kılığındaki dehşetine; farklı kavrama düzeylerindeki insanların birbirlerini anlama yoksunluğuna yamalanan bu kara komediye Hakan Gerçek (1964), Bülent Şakrak (1977), İlker Ayrık (1979) ve "gencecik fidan" Makbule Akbaş (1988) olağanüstü performanslarıyla "anlam" şırınga ediyorlar.
Diyeceğim o ki, "Annem Yokken Çok Güleriz" kolay alımlanamayan, zor algılanabilinen, izlerken ve sonrasında çözmek için kafa yorulmasını gerektiren bir oyun.
Ama gelin siz siz olun, bu oyunu "seyredilmesi gerekenler" listenize koyun.


COUGAR'IN ZAMANA KARŞI DİRENCİ: "KAİNATIN EN HIZLI SAATİ"

Tiyatro Sıfır Nokta İki, 1964 doğumlu Philip Ridley'i üçüncü oyununu da bizlere tanıttı. Ridley'i, Dot'un iki sezon kapalı gişe oynadığı "Kürklü Merkür"den tanımıştık. Sonrasında Tiyatro Sıfır Nokta İki'den "Korku Tüneli"ni izledik. Ve şimdi de  "Kainatın En Hızlı Saati".
"Kürklü Merkür"ü öfkeli bir oyun, hatta anarşist bir oyun olarak değerlendirmiş, "In-Yer-Face" tiyatrosunun belki de en sert örneği olduğunu söylemiştim. Cinnet döneminden geçmiş bir dünyanın fantastik mekanında ve zamanında geçen bir oyundu, geriye kalanlar "var olma" uğraşında ve de sisteme başkaldırmaktaydılar. Gelecekçi bir masal anlatılıyordu.
"Korku Tüneli", içerdiği fiziksel ve dilsel şiddet, deneysel sahne kullanımı ve seyirciyi rahatsız etme dürtüsüyle Tiyatro Sıfır Nokta İki'nin yolculuk alanına pek uygun, tam bir in-yer-face'di, ama metin olarak hiç de parlak bulmadım. Görünürde nedeni olmayan bir şiddet içermesi ve karakterlerin genelde çocukluklarından ya da yakın geçmişlerinden kaynaklanan çeşitli psikolojik problemler nedeniyle günümüzde sorun yaşamaları akımın temel ilkelerine uygun, ama kim ne derse desin, sahnede kolay ya da zor anlaşılabilir bir metin oluşmuyordu
"Kâinatın En Hızlı Saati" ise, temelde bencillik ve sevgisizlik üzerine kurulu bir dünyada herkesin bir biçimde önündeki engelleri aşarak amacına ulaşma çabasını anlatmakta. Ayrıca zaman, gençlik ve yaşlılık kavramlarına farklı pencerelerden bakmaya çabalıyor. Bedenin zamana ve yer çekimine karşı direnci. Zamanı yavaşlatma isteğinin nedenleri soruluyor, sorgulanıyor. Masumiyet ve kötülük, sevgi ve nefret, av ile avcı karşı karşıya geliyor. İlişkilerin sevgiden ziyade yararlanma üzerine kurulduğu bir dünya, kapitalist dünyanın yaralarını kaşıyan Ridley'in anlatmak istediği.  
Bu düş oyununda, "Korku Tüneli"nde olduğu gibi, yazar kopuk ama apaçık mantıklı bir düş biçimi arıyor. Her şey olabilir, her şey olanaklı ve olası. Zaman ve yer yok. Sıradan bir gerçekçilik motifi üzerine saçmalıklardan, doğaçlamalardan anılardan, deneyimlerden, imgelemlerden, engellenmemiş isteklerden (aktif eş cinsellik gibi) oluşan yeni biçimler üretiyor. Gel gelelim Ridley'in karakterleri bölünüp, çiftleşip, çoğalmaları gerekirken; oyun ilerledikçe buharlaşıyor. Belki biraz Captain kristalleşiyor, ama Cougar gıdım gıdım dağılıyor. Kafamda pamuklara sararak beslediğim oyuna ilişkin yediveren gülleri gene bir türlü yerli yerine oturmuyor.
Özlem Karadağ'ın çevirisi kimi küçük Türkçe hatalarına karşın özgün metnin düşünsel bütünlüğünün aktarılmasını sağlıyor. Eyüp Emre Uçaray'ın sahneye koyuştaki yalınlığı ve oyuncu yönetimi gerçekten takdire şayan! Murat Mahmutyazıcıoğu, yazarın istediği kuş evi-müze atmosferini yaratmakta başarılı da keşke sağa sola kuş tüyleri yapıştıracağına içi doldurulmuş kuşlarla birlikte porselen kuşlar, kuş resimleri falan da kullansaymış. Meltem Tolan'ın kostüm tasarımı iyi. Deniz Karaoğlu'nun ışık tasarımında sağ taraf karanlıkta kalıyor, ama kötü değil.    
Oyuncular Korhan Soydan, Güçlü Yalçıner, Banu Çiçek Barutçugil, Barış Gönenen ve Iraz Yöntem dışsal fiziksel aksiyonlarını hem kişisel, hem de kadro olarak içsel özlerle doldurabilmeyi mükemmelen başarıyorlar. İzlerseniz bana hak vereceksiniz eminim: Cougar'ın (Korhan Soydan) da, Foxtrot'un (Barış Gönenen) da, Cheetah'ın (Banu Çiçek Barutçugil) da, Captain'in (Güçlü Yalçıner) de, Sherbet'in (Iraz Yöntem) de ruhsal yaşamları izleyicinin önüne olanca saydamlığıyla dökülüyor. Çünkü bunlar içlerinde elverişli malzeme taşıyan oyuncular. Coşkuları için en karşı konulmaz zoka gerçek ve bu gerçeğe olan inançları. Pek güzel duyumsuyorlar ve duyumsadıkları an, coşkuları gövdelerinin yaptığının gerçekliğine uyan içsel inançlarına tepki veriyor.
Tiyatro Sıfır Nokta İki, bu sezon "yegan yegan" değil, ödülleri oynadıkları bütün oyunlarla ("Korku Tüneli", "Bazı Sesler", "17.31" ve "Kainatın En Hızlı Saati") ekip olarak hak ediyor.
Onları görmezden gelenler, ne yalan söyleyeyim, galiba bu işi pek bilmiyor!

2011-04-12 

http://www.evrensel.net/news.php?id=3947

14 Nisan 2011 Perşembe



`Üstü Kalsın` Oyunu Hakkında Söylenecek Birkaç Söz

'Üstü Kalsın' Oyunu Hakkında Söylenecek Birkaç Söz

      28 Ekim gecesi Taksim'de Halep Pasajı 2. katta Cemal Süreya şiirleri ve düz yazılarından oluşturulmuş tek kişilik bir gösteri sergilendi. Bu performansı sergileyen tiyatrocu Hakan Gerçek ve şiirleri ve metinleri sahnaye uyarlayan Atilla Birkiye idi.
     Cemal Süreya ismini duyunca işi gücü bırakıp gittim oyuna. İyi ki de gitmişim. Pek çok soru işareti ile yola çıkmış olsam da söz konusu Cemal Süreya idi, haliyle kaygılacak bir şey yoktu, her şekilde zahmete değerdi.
    Hakan Gerçek'in şiir performansı çok başarılıydı. Normalde de sevdiğim 'Kan Var Bütün Kelimelerin Altında' şiirini Hakan Gerçek yorumuyla daha da çok sevdim. Bana kalırsa gecede okunan şiirler arasında en etkileyici seslendirilen şiirdi.
Oyun Süreya'nın oyuna da adını veren 'Üstü Kalsın' şiiri ile başlıyor. Zaten bu şiiri bilen bilir:


Üstü Kalsın

Ölüyorum tanrım
Bu da oldu işte.

Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum tanrım.

Ama, ayrıca, aldığın şu hayat
Fena değildir...

Üstü kalsın...
     Etkileyici bir girişle ilginç bir dekor içinde 'Sırada ne var?' sorusuyla baş başa kalıyorsunuz. Salonun girişinde oyunda okunacak şiirlerin listesinin olduğu broşürü almayı akıl edemediğim için, oyun boyunca hep aynı soruyu sordum. Bence böylesi daha iyi oldu. Tek perdelik oyunun sonuna kadar merakla bekledim. Oyunda Hakan Gerçek'e Tilbe Salim eşlik ediyor. Cemal Süreya olur da oyunda kadın olmaz mı? Tilbe Şahin de Süreya şiirleri okuyor. En sevdiklerimden biri olan 'Önceleyin' şiirini okuyor. Tilbe Salim'in performansı da gayet başarılıydı.
     Tüm Cemal Süreya klasikleri okunuyor elbette: Üvercinka, Üstü kalsın, Önceleyin, Önce Öp Sonra Doğur Beni,Var...
      Elimde şiir sırası olmadığı için 'Acaba ''Siz Saatleri'' okunur mu?' diyordum ki parça parça da olsa okundu. Düzyazı kabilinden bu şiiri hep sevmişimdir.
      Şiir seçimleri çok güzeldi(Fotoğraf şiiri de olsa iyi olurdu), bu yüzden Atilla Birkiye'yi kutlamak gerek. Bence oyun sadece şiirlerden oluşsaydı(kaldı ki buna oyun da denemezdi o zaman) çok nitelikli bir iş çıkmazdı ortaya. Gerçi 'Gösteri' başlığında sahnelenmiş olsa da benim için bir oyundu sahnelenen. Oyunu oyun yapan, şiir dinletisinden uzaklaştıran sembolik dekor ve aralara Cemal Süreya'nın şiir anlayışını da açıklayan düzyazılarından eklenmiş olmasıydı. Bu haliyle 'Gösteri', 'Oyuna' dönüşüyor.
Oyunda müzk olarak katkıda bulunan isimler de şöyle:

Müzik: Bora Ebeoğlu-Cengiz Onural / Solo vokal: Oya Küçümen / Viyolonsel: Hakkı Öztürk / Piyano: Ceyda Pirali / Ud: Yurdal Tokcan / Klarnet ve soprano saksofon: Tayfun Duygulu / Klavyeli çalgılar: B. Ebeoğlu / Gitarlar: C. Onural.
       Cemal Süreya şiirlerini kafamızın içindeki seslerden başka bir sesten dinlemek güzeldi. Oyun gelirinin Van'daki depremzede kardeşlerimize gidiyor olması da ayrı bir güzellikti.

http://tunckurt.blogspot.com/

3 Kasım 2011 Perşembe